yu ken kol mi el

ne zaman keyfim benden uzaklara kaçsa, paul simon’ın bu şarkısını açarım. 

paul simon’ın adını bir yanlış anlaşılmadan alan bu şarkıyı yaptığı dönemde yaşadığı çıkmazlarda, arayışlarında ve ruh halinde ilham ararım. aslında son derece depresif sözleri olmasına rağmen bestesi ile başka bir hale bürünmesi ve birinci sınıfa giden bir sinema tv öğrencisinin yıl sonu ödevine benzeyen süper eğlenceli klibi de tam anlamıyla ruhumu okşar. 

şarkıyı chevy chase’in söylüyor gibi yapması, şarkının ortasında su içebilecek kadar geniş tavırları, paul simon’ın güdük necmi ile hayta ismail arası tavırları ve kabız yüz ifadesi bana “iyi ki yaşıyorum lan” dedirtir.

size de keyfiniz uzaktan el sallıyorsa, bir doz “you can call me al” yazıyorum. 

kim bilir, belki hepimiz birilerinin “long lost pal”i durumundayızdır da haberimiz yoktur.

bir gün bir nehir kenarında vazgeçtim bütün mahalle amcalarından

– çok sevdiğim bir amca vardı, mahallede. ölmüş…

ölüm? sıkıntı… şu duygu bi’ geçse. el ele tutuşsak, nehir kenarında yürüsek. güzel şeylerden konuşsak. her şeye gülsek. hep gülsek. neyse, bi’ şeyler söylemeli şimdi.

– neden?

bu iyi. hiç yoktan daha iyi. en azından bir giriş. hep böyle olsam.

– kalp krizi. geçen gün duydum.

duymuş. ölümü duymak. başkalarından duymak. o kadar çok seviyordun madem, niye yanında değildin ölürken. çok mu acımasızım? hep yanında olamazdı ya. hem, kalp krizi bu, anlık. adam davet edemezdi ya… yarın bir kalp krizi geçirip öleceğimden… bu acıklı günümde sizi de aramızda görmekten… neyse… adını bile bilmiyor zaten. madem o kadar çok seviyordun niye adını sormadın, değil mi ya? ölçütümüz bu mu? ad mı? adını biliyorum ve çok seviyorum. ben de ölüyorum. hep yanımda olsunlar istiyorum. gözlerinin içine içine bakarak ölmek istiyorum. sürekli bir kriz benimkisi. adımı da bilsinler istiyorum.

– duyduğum zaman duvarda bir çıkıntı olmak istedim, ya da hiçbir şey…

duvarda çıkıntı mı? ne bu şimdi? uzak bir ölümün ardından dize savurmak mı? hangi şiirden alıntı acaba? ne kadar kötüyüz. mahalleden çok sevdiğimiz amcalar ölüyor, çaydan bir yudum sigaradan bir nefes arasında çıkartıveriyoruz ölümlerini. bir de dize… o da bizim olsa bari. alıntı yapıyoruz ölünün ardından. adam öldüğüyle kalıyor. ben herhalde duvarda bir girinti olurdum. o kadar siliğim ki… bunu olmak için de birisinin ölmesini beklemezdim. hemen ve isteyerek olurdum.

taşra noteri

taşra noteri. noter zaten gerçeğin vücut bulmuş haliyken, taşra noteri, aşırı gerçeğin somutlaşmış hali.

her şeyiyle nuri bilge ceylan filmine uygun. veznede seri halde damga vuran kilolu kadın. öğle yemeğinde 2 lahmacun 1 ayran götürmüş. fiyatı sadece bilmem ne kadarmış, çok uygunmuş. onu anlatıyor. “2 lahmacunla doydun mu sahiden?” diye sormak istiyorum. sormuyorum. samimiyete gerek yok. sarkastik yaklaşım herkesin hoşuna gitmeyebiliyor. noter eşittir ciddiyet demek. ciddi işler yapılıyor burada. 

tevhid, ifraz, vekaletname, taahhütname falan derken, çok az insanın bildiği bir dil konuşuluyormuş gibi hissediyorsun. hani dil yaşayan bir kavramdı? hani zamanın ruhuna uygun bir şekilde evrilirdi? yıllar öncesinde kalan bir dilin yerine yenisi konamamış sözcükleri burada hâlâ geçerli. 

vurulan damgalar da öyle telmaşa kendinden mürekkepli kaşe falan değil. her vuruştan önce mürekkebe bastırılması gereken, damga gibi damgalar. bir kere mürekkebe bir kere evraka. bir kere mürekkebe bir kere evraka. mürekkebe vuruşta çıkan sesle evraka vuruşta çıkan ses farklı. çok sayfalı bir evrak damgalanıyorsa tuhaf bir ritim oluşuyor. tak taka tak taka tak taka.

bankonun arkasındakilerden biri. geç 30’larında bir adam. kısa kollu gömleği var. gömleğinin kol kısımları o kadar geniş ki öyle olmadığı halde kolları incecik görünüyor. ayağa kalktı. arkasındaki dolap yığınından bir şey almak için. sağ ayağı hafif aksıyor. yerine oturdu. müşterinin verdiği vesikalık fotoğrafı usta hareketlerle evraka yapıştırdı. “fotoğraflara bakıyor musunuz yoksa otomatik olarak direkt yapıştırıyor musunuz?” diye sormak istedim: “mesela şimdi yapıştırdığınız fotoğraftaki kadını biraz sonra sokakta görseniz, ‘ben bu kadını nereden tanıyorum’ diye düşünür müsünüz? ya da ne bileyim fotoğrafına bakıp aşık olduğunuz birisi oldu mu hiç?” aklıma zebercet geliyor birden. size zebercet bey diyebilir miyim?

ortam, 80’lerle 90’lar arasında bir yerde sıkışmış kalmış gibi. bunu çağrıştıran sadece eşyanın tasarımı değil. eşyanın yıpranmışlığı da buna katkı yapıyor. yüksek banko ortama bir bar havası katıyor. hele o yıllardır bankoya aynı noktalardan dayanan dirseklerin bıraktığı izler yok mu?